Mehmet Akif’in büyük oğlu M. Emin Ersoy, niçin bir çöplükte, terk edilmiş bir kamyonun içinde ölü bulunmuştu?

Ömrü bu millet ve devlete hizmetle geçmiş, mahzun ve mahcup Milli Şairin oğluna neden sahip çıkmamıştı devrin yöneticileri?

Başka yerlerde, başka ülkelerde ve devletlerde el üstünde tutulur, krallar gibi yaşatılırdı Akif gibi kahramanların çocukları.

Milli Şairimizin oğlu Emin Ersoy’un hazin ve acıklı hikâyesine, dramatik sonuna bakalım isterseniz.

Büyük dava adamlarının çocukları öksüz, hanımları dul gibi yaşar ne yazık ki.

Mehmet Akif’in ailesi ve çocukları da böyledir şüphesiz.

Bütün mesaisi, derdi, tasası, düşüncesi, çabası ve gayreti milleti, memleketi ve devleti için olan Akif, ailesi ve çocukları için bir şey yapmaya, geleceklerini hazırlamaya fırsat bulamamış, belki de hiç düşünmemiştir böyle bir şeyi.

Biraz üst düzey devlet hizmeti ve görevinde bulunanların, torunlarının torunlarına bile mal, mülk, para ve akıl almaz zenginlikler bıraktığı bir zamanda, onun çocuklarına ve ailesine bir yığın yoksulluk ve yoksunluk kalmıştır sadece.

Akif’in oğlu Emin Ersoy’a gelince, hazin bir hikayedir onun ki, hem de çok hazin…

Henüz on beşinde bile değilken Millî Mücadeleye katılmak için babasıyla birlikte Anadolu’ya gider. Burdur’dan Kastamonu’ya, sonra Ankara’ya, oradan oraya dolaşır babasıyla. Akıl almaz zorluk ve sıkıntılara katlanır, tehlikeler atlatır.

Güzel günleri çabuk geçer hayatın. Kötü günlerse uzadıkça uzar, bir günü bin yıla bedel ağırlaştıkça ağırlaşan.

Birinci Meclis’ten sonra hüzünlü, zor, bitmeyen yorucu gurbet yılları başlar.

Şairimize hak ettiği emekli maaşını bile çok gören baskıcı ve dayatmacı zihniyet, adi bir suçlu gibi polise takip ettirdiği bu güzel ve idealist adama dar eder ülkeyi. Mısır’a hicret ve gönüllü sürgüne mecbur ederler. Yanında eşi ve oğulları.

Mehmet Emin, Kur’an’ı tefsir edebilecek kadar Arapçayı öğrenir o yıllarda.

Sonra ülkesine döner askerlik için.

Dindar, duyarlı ve ilim ehli bir babanın oğlu olan Mehmet Emin askerdeyken arkadaşlarına Kur’an ayetlerini okur, tercüme ve tefsir eder.

Bilmez ki o yıllarda Kur’an’ı okumak, öğrenmek ve öğretmek, anlamak, tercüme ve tefsir etmek, hele bunu başkalarına aktarmak suçtur.

Mürteci, gerici, yobaz olarak yaftalanır böyle Müslümanlar, irtica suçu işlemiş sayılırlar ve en ağır cezaları alırlar.

Dövülmek, sövülmek ve idam edilerek öldürülmek de vardır işin içinde. 

Vatan hizmeti için gittiği asker ocağında Mehmet Emin de bu ağır suçu işlemiştir. 

Allah Allah nidaları, tekbir sesleri, Kur’an nağmeleri arasında savaşa giden, ölümün kesin olduğunu bilerek ve gülerek ön saflara koşan bir asker olarak Kur’an okuduğu ve asker arkadaşlarına tercüme-tefsir ettiği için hapishaneye atılır arkadaşlarıyla.

Bir şekilde bir arkadaşıyla hapishaneden kaçar Mehmet Emin. Hatay üzerinden Mısır’a, babasının yanına gitmek üzere harekete geçer, yakayı ele verir, iade edilir Türkiye’ye, hapishaneye düşer yolu yine. Kim bilir kaç yıl süren mağduriyet…

Mehmet Akif merhum da dünyasını değiştirir bu arada, çok sevdiği Rabbine kavuşur, Beyazıt camii önünde çıplak bir vaziyetteki tabutu, Üniversite öğrencileri tarafından Türk bayrağına sarılarak kabrine götürülür ve biter dünya sürgünü.

Sonrası malûm…

Bu millete bir İstiklal Marşı armağan eden Mehmet Akif’i unutturmaya çalışanların, aile bireylerine rahat bir ortam ve imkân hazırlamaları, rahat ettirmeleri düşünülemez.

Düşenin dostu olmaz!

Mehmet Emin bir türlü dikiş tutturamaz bu hayatta.

Evlenir, eşi ölür. Serseri ve berduş bir hayat.

İş yok, güç yok, para yok.

Ne yandan bakarsan bak sefil bir hayat.

Sonu malûm…

Ünlü yazar Çetin Altan anlatıyor:

“Bir gün birisi geldi, büroma. Üst baş perişan ve dağınık. Adeta çökmüş ve erken yaşlanmış bir adam.” Kendisini tanıtır. İstiklâl Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy’un oğlu Mehmet Emin Ersoy’dan başkası değildir bu.

Yardım ister Çetin Altan’dan. Hayretten hayrete düşer Çetin Altan. Bu millete bir İstiklâl Marşı armağan eden, Milletvekilliği yapan Milli Şair’in oğlu ne hâle düşmüş veya düşürülmüştür.

Çok para yoktur cebinde. Hepsini çıkarır verir Çetin Altan.

İçinden ihtiyacı kadar az bir şey alır Mehmet Emin Ersoy, gerisini bırakır, der ki mahcubiyet içinde:

-Teşekkür ederim, rahatsızlık verdim!

Çıkıp gider bürodan.

Aradan çok zaman geçmez. Belki bir ay sonra. Terk edilmiş bir kamyon kasası veya altında, çöpler arasında ölüsü bulunur Mehmet Emin Ersoy’un.

Ailenin geride kalanları da çok rahat bir hayat yaşamazlar öncesinde ve sonrasında.

Öylesine yok gibi ve yoksul bir hayattır yaşadıkları.

Sormak gerekmez mi sahi?

Haydi 1950’ye kadar ki dönemi anladık. Ondan sonra iktidar olan milliyetçi-mukaddesatçı, her sözüne neredeyse Mehmet Akif merhumdan bir beyitle başlayan siyasetçiler, yöneticiler neden sahip çıkmadılar Mehmet Akif Ersoy’un geride bıraktığı emanetleri olan evlâtlarına, aile bireylerine?

Nasıl göz yumdular sefalet ve perişanlıklarına?

Sanatçısına, edebiyatçısına, şairine, yazarına, kısaca insanına ve değerlerine sahip çıkmayan, onları yüceltmeyen, eserlerini sonraki kuşaklara ulaştırmayan bir milletin geleceğinden bahsetmek nasıl mümkün olacak?

Bir millet, devlet ve toplum, ancak sanatçılarıyla, yazarlarıyla, bilim insanlarıyla ve onların verdiği eserlerle bir gelecek kurar kendisine.

Aksi takdirde; şeklen olmasa da manen ve maddeten, duygu, düşünce, davranış, ekonomik ve siyasal anlamda, sanat ve edebiyat ürünleri açısından müstemlekesi oluruz emperyalist ve batılı güçlerin.

Dilerseniz bu açıdan bir daha gözden geçirelim yaşadığımız hayatı, yüz yılı ve içinden geçtiğimiz süreçleri.