Mehmet Akif, çağının gerektirdiği bilgi, beceri, donanım, kültür, karâkter ve ahlâki güzelliklerle yetişmiş bir insan olarak hayata atıldı, veterinerliğe başladı.

        Bu vesileyle yurdun dört bir yanını dolaştı, yaşanan hayatı bütün yönleriyle gözlemledi, halkın sevinç ve ızdırabını, varlık, darlık, yoksulluk ve yoksunluğunu, mutluluğunu ve acılarını adeta iliklerinde hissetti, içinde yaşadı en derin biçimiyle.

         Şiirleri ve tercümeleri değişik dergilerde yayınlandı.

         Yirmi beş yaşında evlendi. Vatan ve millet sevdası uğruna her şeyini feda eden Mehmet Akif, ne yazık ki aile mutluluğunu, eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşayamamıştır. Onunla birlikte onlarda hayatları boyunca bir yığın yoksunluk ve yoksullukla boğuşmuşlardır.

         Zamanının siyasi olayları, hürriyet arayışları ve çalkantıları onu da potasında yoğurmuş, vatanın kurtulması için bitmek bilmeyen bir çabanın içine sürüklemiştir.

         Kimlik, kişilik, inanç ve değer yargılarından taviz vermeden, dönemini iyi okuyarak mücadelesini sürdürmüş, doğru olanı haykırmaktan çekinmemiştir. Yazı, şiir ve değişik yerlerdeki dersleriyle etkili olmuştur. 

         Eşref Edip’le birlikte öncülüğünü yaptıkları Sıratı Müstakim ve Sebilürreşat dergileri adeta bayraklaştı, her devirde yasaklarla mücadele etti, kapandı, açıldı, yoluna devam etti senelerce, halkın duygularına tercüman oldu.  

         Devlet memurluğu görevini de hakkını vererek ve her zaman haklının yanında yer alarak dürüstçe sürdürmüştür Mehmet Akif.

         Gel zaman git zaman, zevâl oldu devran.

         Tuz kokmadı sadece, bozuldu insan.

         Dertler boyu aştı, kalmadı dizlerde derman.

         Muhteşem Osmanlı Devleti, Akif’in yerinde deyişiyle, “üç beyinsiz kafanın ve kaltabanın derdine” on yıl gibi kısa bir sürede, ülkede tozu dumana katan İttihat ve Terakki sayesinde tarihe karıştı.

        Birinci dünya savaşının mağlupları arasında yer alan aziz memleket dört bir yanından işgâl edilir de Akif gibi vatan ve millet sevdalısı bir dava adamı yerinde durabilir mi?

         Durmadı elbette!

         Anadolu’ya geçti, Millî Mücadeleye katıldı.

         Balıkesir’den başlayarak yurdu dolaşmaya başladı.

         Bir yandan; camilerde, kahvelerde, insanların toplandığı yerlerde etkileyici vaaz ve konuşmalarla, öbür taraftan; gazetelerde yayınlanan şiirleri ve yazılarıyla, halka özgürlük ve bağımsızlığın önemini, ölçüsünü, vazgeçilmezliğini, varlık ve yokluk meselemiz olduğunu anlattı.

Sebilürreşat Anadolu şehirlerinde yayınlandı, elden ele dolaştı yakıcı bir ateş parçası gibi

        Zaten özlerinde bulunan vatan ve millet sevgisini, özgürlük ve bağımsızlık aşkını, mücadele azmini ve kararlılığını aşıladı yeniden.

Millete; düştüğü ve düşürüldüğü yerden, sanki hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkmaya, küllerinden var olmaya, yeniden dirilmeye, dayanmaya, direnmeye, önüne konulan engelleri aşmaya, kendisine yeni bir gelecek inşa etmeye çağırdı feryat figan içinde.

      Ölümsüzlük ümidini, gelecek nesilleri yaşatmak, milleti ayakta tutmak için yaşamak, gerekiyorsa bin defa ölmek, şehadet mertebesine ulaşmak, özetle yaşatmak için ölmek veya yaşamak ideâlini, hedefini, aşk ve sevdasını koydu önlerine…

   Ve en önde yürüdü hep, bir saniye bile durmadı, uyku nedir bilmedi hiç.

        Yok, hayır, yürümedi, koştu nefes nefese, koştu ateşler arasında öleceğini bile bile, çatlarcasına koştu rahvan atlar misâli.

 Bir ölüp binlerce dirileceğine inandırdı insanları.

         Öyle bir ateş ve aşk düşürdü ki milletin kalbine, kafasına, ruhuna, bedenine…

         Kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar, hasta, herkes ayaklandı yurdun dört bir yanında. 

         Baltayı, kazmayı, küreği, bıçağı, sapanı kapan insanlar; canını, malını, varını, yoğunu, her şeyini ortaya koydu vatan için.

         Dinini, dilini, ırzını, namusunu, vatan ve milletini korumak için ölümcül bir savaşa girişti.

         Akif’in; “kimi yamyam, kimi Hindu, kimi bilmem ne belâ / Hani tauna da züldür bu rezil istilâ” beytinde açıkladığı Haçlı sürüleri gözü dönmüş bir hâlde saldırdı yeniden.

         Çanakkale’de aldığı dersle yetinmeyip Anadolu’yu kan gölüne çevirmek, taş üzerinde taş, vücut üstünde baş bırakmamak için gelen Batının vahşi sırtlan sürüsünü yüz geri etti.

Azgın canavarın ağzında kalan tek dişini de söküp aldı bu benzersiz iman ve iradesiyle.       

        İstiklal savaşıyla Anadolu, yeni bir Çanakkale gibi geçilmez hale geldi.

       Mehmet Akif’in dilinde; “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlıydı” mısraıyla övülen Anadolu insanı, yeniden var olma ve ebediyen var kalma savaşını kazanıyordu canını dişine takarak, ölümsüzlük yolunda yürüyerek.

Bedir savaşı, nasıl o zaman Müslümanların hayatta kalma ve sonsuzluğa uzanma mücadelesi olduysa, İslâm’ın ve Müslümanların geleceğini belirlediyse, Çanakkale ve İstiklâl savaşı da Müslümanların bu çağdaki var kalma çabası ve zaferiydi elbette.

       Akif’in yolu sonunda Ankara’ya çıktı, zaten çağrılmıştı. Burdur milletvekili olarak birinci mecliste bulundu. İstiklâl savaşını yürüten beyin takımı arasındaki yerini aldı.        

       Mütevazılığı bir yaşam biçimi hâline getiren Mehmet Akif, Ankara günlerinde Taceddin Dergâhı’nda kaldı.

       O günlerde açılan, özgürlük, bağımsızlık ve İstiklâl Savaşını destanlaştıran Milli Marş Yarışmasına, “para için şiir yazamam”, diyerek katılmadı, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi’nin ısrarıyla yazdığı İstiklâl Marşı, Meclis tarafından ayakta dinlenildi ve oybirliğiyle kabul edildi.

       O devrin soğuk Ankara’sında, bir yoksula verdiği için, sırtında paltosu bile bulunmayan Akif, gömlek-ceketle dolaşırken, o şartlarda bir servet hükmünde olan, Ankara’da büyük bir çiftlik alınabilen beş yüz lirayı almadı, hatta, o parayla sırtına bir palto alsaydın, diyen çok yakın bir dostuna küstü ve aylarca konuşmadı.  

      Böyle bir ödül bugün bize verilse, üstelik ihtiyaç içinde kıvranırken, elimizin tersiyle geriye itebilir miyiz, sanmıyorum!

       Böylesine bir diğergamlık, birkaç yıllık devlet hizmetinde, yedi ceddini kurtaracak kadar, deve yüküyle para kazanan, hatta bu paralarla soluğu yurt dışında alanlar için ne ifade eder dersiniz, hiç, sadece bir hiç, kocaman bir hiç…

       Ne kadar aç gözlü olduk değil mi?

       Nasıl da dünyevileştik böyle ve tanınmaz hâle geldik bir anda.

Vahşi kapitalizmi yaşıyor ve yaşatıyoruz birbirimize…

       Biz böyle değildik dostlar!         

       Bazen birkaç yıla ne çok şey sığar.

       İstiklal Savaşının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu olan 1.Meclis tasfiye edilir. Mehmet Akif de bunlar arasındadır.

       Ali Şükrü Bey gibi muhaliflerin dışlanmasına kadar varan çetin bir iktidar savaşı vardır Ankara’da artık.

Muhalif olarak görülen herkes sindirilir, dergiler ve partiler kapatılır.

       Düşünen insanlar ademe/yokluğa mahkûm edilir.

         İsyanlar ve İstiklâl mahkemeleri birbiriyle yarışır sanki.  Yığınla insan, din ve düşünce adamı, önce idamına, bilâhire yargılanmasına mantığıyla asılır darağaçlarında.

         Baskı, dayatma, zulüm, hayata hayat olan değerlere saldırılar korkunç bir kâbus gibi çöker milletin üstüne…

         Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “kodamanların viski çektiği kamıştan borularla damarlarından kalemine kan çekerek” yazdığı İstiklâl Marşını milletine armağan eden, hasta yatağında ve ölüm döşeğinde kendisine sorulduğunda, gözyaşları içinde ve adeta feryat edercesine der ki Akif:

        “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın, artık onu ne ben yazabilirim ne de bir başkası!”

        Mehmet Akif’in hassas yüreği küser, küstürülür, yokluğa ve unutulmaya mahkûm edilir. İşsiz, güçsüz bırakılır, adi bir suçlu ve hain gibi polis takibatına maruz kalır.

        Düşünün ki, yirmi sene süren devlet memuriyeti, üç yıl milletvekilliği, İstiklâl Marşı, Çanakkale Destanı ve Safahat gibi eserleri ve hizmetleriyle, asla tartışılamayacak vatan ve millet sevdasına rağmen,  hak ettiği maaşı bile verilmez, işsiz ve maaşsız bırakılır.

        Tekrar söylüyorum üzerine basarak: Vatan ve Millet Sevdalısı Akif, sanki adi bir suçlu ve vatan haini gibi polis takibi altında tutulur.

        Artık o, Necip Fazıl’ın mısralarında anlatıldığı gibi, “öz yurdunda garip, öz vatanında parya”dır.     

       Görünüşe bakılırsa, dostu Said Halim Paşa’nın davetine uyarak Mısır’a gönüllü sürgüne gider sanki, susar ve bir daha da konuşmaz mahzun muhacir.

       Kendisine meal yazması için verilen bin lirayı geriye verir ve yazdığı hâlde, Türkçe Namaz/Türkçe Kur’an projesinde kullanılacağını düşündüğü ve hissettiği için imha ettirir. 

       Ölümüne yakın zamana kadar Mısır’da kalır Mehmet Akif.

       Orada ne yer ne içer, nasıl geçinir, nerede barınır?

       Geride bıraktığı ailesi ve çocukları ne haldedir, nasıl yaşarlar, eğitim-öğretim görürler mi?

       Cevaplanması zor bir yığın soru, içinden çıkılmaz bir hâl.

       Dava adamlarının karısı dul, çocukları öksüz ve yetimdir, sözünün ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlıyorum ben.

       Ne yazık ki, Mehmet Akif’in hanımı sanki dul bir kadın, çocukları birer öksüz ve yetim olarak yaşamışlardır hayatta.

        Bu yoksul milletin parasıyla türedi zenginlerin, holdinglerin ortaya çıktığı bir zamanda, Çetin Altan’ın ifadesiyle söylüyorum, Akif’in oğullarından birinin, İstiklâl Savaşında babasıyla beraber Anadolu’yu karış karış dolaşan Mehmet Emin Ersoy, Çetin Altan’dan karnını doyuracak para istediğini ve sonunda sefil perişan, bir çöplükte ölüsünün bulunduğunu öğrenirseniz, ne demek istediğimi anlarsınız herhâlde. 

        Dünden bugüne, bizim kadar yetişmiş insanlarını, sanatkârını, yazarını, düşünce adamını düşüncelerinden, yazdıklarından ve söylediklerinden dolayı mahkûm, mağdur ve sürgün eden başka bir toplum var mıdır, bilmiyorum.

        Saymaya kalksak ne çok örnek var önümüzde, ömrü gurbette sürgünde, zindanlarda ve idam sehpalarında biten.

        Frenk Mukallitliği isimli eseri sebebiyle İstiklâl Mahkemesinde idama mahkûm edilerek asılan İskilipli Atıf Hocayı, Esat Erbili’yi, Bulgaristan yolunda başı taşla ezilerek öldürülen Sabahattin Ali’yi, ömrü zindanlarda geçen Bediüzzaman’ı hatırlatsam, manzara daha iyi anlaşılır galiba.        

         Mehmet Akif hastadır artık.

Yolun sonuna yaklaşmaktadır.

Hava değişimi için, o zamanlar Fransızların idaresinde bulunan Antakya’ya gelir.

Bir dostu tarafından, hava değişimi için İstanbul’a gitmesi tavsiye edilen Akif yurduna gidemez ne yazık ki.

         İktidar nimetlerinin bulunduğu sofranın etrafına çöreklenenler, hasta haldeki Akif’in yurda dönmesini kendileri için tehlikeli bulurlar ve engellemeye çalışırlar.

        Polis takibini sürdürürler.

Yafta hazırdır: Mürteci!

        Hastalığı iyice ilerleyen Akif nihayet İstanbul’a gelir.

Yanında bulunanların; ne olur ne olmaz, diyerek başına koydukları yeni alınmış şapkanın altında yürür rıhtımda.

        Peygamberin vefat ettiği yaşta olmanın mutluluğu içinde ölür.

Tarihler 27 Aralık 1936 Pazar gününü göstermektedir.

        Mehmet Akif’i, yoksulluk ve yoksunluklar arasında yokluğa mahkûm edip diri diri toprağa gömmeye çalışanlar ölüsüne de ilgi göstermezler.

        Üniversite gençliğinin elleriyle taşınan bayrakla örtülü tabutta Edirne Kapı Şehitliğine götürüldü ve sonsuzluk yurduna uğurlandı Akif.