Eskiler demiş, "Et-tekraru ahsen velev kane yüz seksen"

Yani tekrar, 180 kere de olsa iyidir.

O yüzden bazı gerçekleri tekrarlamış olalım.

Zaten biz unutsak bile tabiat ihmalkârlığımızın bedelini çok acı bir şekilde ödetiyor. 

Yerbilimciler ve deprem mühendisleri, ülkemizdeki deprem mevzuatının çok iyi olduğunu belirtiyor. Hatta daha ileri giderek Amerika'nınkinden bile daha iyi olduğunu ifade ediyorlar. 

O halde sorun ne?

Mesele bunu hayata geçirmekte.  

Hepimiz suçluyuz.

Bugün külüstür bir araba alırken bile kılı kırk yarıyoruz.

Yetmiyor ekspere gösteriyoruz.

Ama hayatımızı geçireceğimiz evimizi alırken hiç kontrol ettirmiyoruz.

Temeli, zemini, kolonu, betonu nasıl diye hiç bakıtmıyoruz.

Halbuki canımız, çoluk çocuğumuz bu beton kutu içinde geçiyor. 

Asıl ev alırken kılı kırk yarmamız gerekmiyor mu?

***

Bence tapu devri yapılırken, bina ve zeminle ilgili kontrol şartı getirilmeli.

Yani, 'vatandaş bir ev alırken, binanın durumunu uzmanlara inceletmeden tapusunu alamamalı.     

Binanın kolonları sağlam mı, temeli su almış mı, binada kayma var mı, beton deforme olmuş mu, birisi gelip kolonları delmiş mi, binanın deprem direnci nedir gibi hususlar en ince ayrıntısına kadar denetlenmeli.

Eğer bu koşulları karşılıyorsa tapu onaylanmalı. Karşılamıyorsa mühür vurulmalı. 

Ayrıca belli periyotlarla konutlar kontrol edilmeli ya da ettirilmeli.  

Nasıl otomobilimizi -trafikte kullanabilmek için- 2 yılda bir muayeneden geçiriyorsak, evlerimizi de belli periyotlarla muayeneden geçirmek zorunda kalmalıyız. 

Nasıl araç kullanmak için sürücü belgesi(ehliyet) şartsa, bir evde ikamet edebilmek için de 'deprem ehliyeti' zorunlu hale gelmelidir/getirilmelidir.  

Başımızı sokacak bir evimiz olsun.

Olsun ama o ev tabutumuz olmasın!

Vatandaş bunu düşünüyor. Ama deprem kuşağında olan ülkemizde artık bu mantıktan vazgeçmemiz gerekiyor.

TOKİ kentlerde 3-4 katlı sağlam binaları nasıl yapıyor? Hangi zeminlere konut inşa ediyor? Çünkü mevzuata sıkı sıkıya uyuyor.

Aynı hassasiyetin özelde ve müteahhitler bazında da hayata geçirilmesi gerekiyor. 

Deprem bu ülkenin bir gerçeği olduğuna göre deprem dirençli evler yapmak zorundayız.

İşin en önemli ikinci ayağı ise zemin.

Sağlam kafanın sağlam vücutta bulunduğu gibi sağlam yapılar da sağlam zeminde vücut buluyor demek ki.

O halde her şeyi devletten beklemek yerine önce kendimiz tavizsiz olacağız ki müteahhidinden yapı denetimine, bir binanın inşasındaki bütün işler dört dörtlük olsun.

Biz bu hassasiyette olursak kimse işini savsaklayamaz. Kimse kimsenin gözünün yaşına bak(a)maz. Hal böyle olunca, zaten dünyanın en iyi deprem şartnamesine sahip olan ülkemizde, işler kendiliğinden düzelir.

Formül aslında bu kadar basit.

Biz güçleştiriyoruz. Olmayacak yere bina dikmeyi, kaçak kat çıkmayı, mevzuata aykırı haltlar karıştırmayı marifet sanıyoruz. Biz bizi biliyoruz.

Önce bu mantaliteyi kafamızın içinden söküp atmalıyız.

Sonra bir daha yeşermemecesine bunların köküne kibrit suyu dökmek zo-run-da-yız.

Ne diyelim, Allah bir daha böyle acılar yaşatmasın.

Hatalarımızdan ders alabilmeyi hepimize nasip etsin!

***

Ders demişken, Türk televizyonculuğunun unutulmaz isimlerinden Tayfun Talipoğlu'nun meşhur konuşmasını hatırladım. Bakın, merhum Talipoğlu, yıllar önce kulağımıza küpe olacak neler söylemiş!

"Ölümün saati yok. Yanınızdaki kişiye değer verin; kırmayın onu. Durup, durup sevdiğinizi söyleyin, özel hissettirin. En ufak bir şeyde bitti demeyin, ağlatmayın, üzmeyin. Neden mi? Çünkü ölümün saati yok. Belki son görüşünüzdür, belki de son sarılmanızdır. Belki de saatler sonra ona değil de, artık toprağına dokunacaksınız, onu değil de toprağını öpeceksiniz. Sevdiklerinizin değerini kaybettikten sonra değil, şu an bilin. Toprak aldığında geri vermez. Çünkü ölümün saati yok."

Elimizin altındaki hiçbir şey bizim değil.

Bizim sandığımız hiçbir şey esasında bize ait değil.

Biz sadece kiracıyız. Emanetçiyiz. Misafiriz.

Misafir gibi geldik, gidiyoruz.  

Sonra 'bir varmış bir yokmuş' deniyor ardımızdan...  

Ama önemli olan kırıp dökmeden gidebilmek imiş.

Niye geldik ki şu dünya misafirhanesine?

Sorup duruyorum kendi kendime.

O, sonsuz ilim ve kudret sahibi idi.

Sevdi, sevilmek istedi.

Topraktan bir kul murad etti.

Özünü sevgiden var etti.

Adına insan dedi ve tek bir şey istedi:

"Kullarım beni tanısın, bilsin...

Beni ansın, bir parça da şükretsin..."

Bütün noksanlığım, kusur ve isyanımla,

Sana yalvarıyor, yakarıyorum.

Şu satırlar şahit olsun.

Seni çok seviyorum.

Ey kudreti sonsuz Rabbim!