Soğuk bir rüzgar yüzüme vururken ayaklarım yavaşça ilerliyordu gurbetin karanlık sokaklarında.

Her adımda, içimde bir fırtına kopuyor; kalbim, özlemle ve hüzünle doluyordu.

İnsanların arasından geçerken yüzlerindeki mutluluğu görmeye çalıştım ama benim gözlerim o ışıkları seçemiyordu. Çünkü gözlerim nemliydi, damla damla süzülen gözyaşlarımla bulandı dünya.

Bu sokaklar yabancıydı bana. Hangi köşeden dönersem döneyim bir tanıdık yüz aradım, bir parça sıcaklık, bir dost selamı.

Ama nafile…

Yalnızlık öylesine derindi ki, her bir köşe başka bir hayal kırıklığına açılıyordu. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, çocukluğumun geçtiği o eski toprak sokakları hatırladım. Annemin tandırdan yükselen ekmek kokusu, babamın ellerindeki nasırların sıcaklığı… Her şey bir hayal olmuş, her şey o köyde kalmıştı.

Gurbette olmak, sadece uzak olmak değildi. Gurbette olmak, insanın ruhunun da üşümesiydi. Kalabalığın ortasında bile yapayalnız kalmaktı. Etrafa baktım, loş bir sokak lambasının altında titreyen bir kedi gördüm. Ne kadar da benziyordu halimize... O da bir yuva arıyordu belki, sıcak bir kucak, bir damla merhamet.

Gökyüzüne baktım. Yıldızlar bile bu şehirde sönük, karanlık bir örtüye saklanmış gibiydi. Her şey susmuş, her şey yabancılaşmıştı. İçimden bir ağıt koptu, adını bile bilmediğim bir türkü döküldü dudaklarımdan:

"Memleket nerede? Evim, ailem, huzurum nerede?"

O gece, gurbetin karanlık sokaklarında ağlarken anladım. İnsan sadece evini değil, umutlarını da ardında bırakıyordu. Ama yine de bir ışık arıyordum. Belki bir gün o tanıdık kokuyu, o sıcacık elleri bulurum diye. Ve o güne kadar, gözyaşlarımı yoldaş edindim. Çünkü bazen, ağlamak da bir direniştir.